Türkiye’nin gerçek sınırları Lozan’da çizilen sınırlar değildir. Sınır taşı ve tel örgüler, sadece insanları fiziki olarak birbirinden ayırır.
Gerçek sınırlar kültürel sınırlardır. Türkiye’nin kültürel sınırları Endonezya’daki Açe dahil, Myammar, Urumçi, Kaşgar, Semerkant dahil, Orta Asya’nın tamamını kapsar. Neredeyse Afrika kıtasının büyük bir kısmını da içine alır. Avrupa’da ise, Avusturya sınırlarına kadar dayanır. Bosna’da , Kosova’da,Bulgaristan’da Müslümanlara yönelik olarak meydana gelen her olayda Türkiye’nin başının ağrıması hep bu sebeptendir.
Türkiye’de “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh” sözü her zaman devekuşu gibi kafayı kuma gömerek, etrafımızda meydana gelen olaylara karşı tepkisiz olmak şeklinde algılanmıştır.
Bu gün geçmişte redd-i miras yaptığımız bir imparatorluğun genetik mirasıyla uğraşmak durumunda kalıyoruz. Bir babanın oğlunu redd-i miras eylemesi, onun biyolojik babası olduğu gerçeğini değiştirebilir mi?
Biz yıllarca Osmanlı’yı reddettik. 29 Ekim 1923 yılını bir milat kabul ederek, sözüm ona yeni bir devlet kurduk. Peki reddettim demekle oluyor mu? Yüz yıllarca birlikte kader birliği yaptığınız, sizinle beraber,Çanakkale’de,Yemen’de Makedonya’nın Galiçya dağlarında omuz omuza savaştığınız insanlar,sınırlarınız dışında kaldı diye sorumluluğunuz bitti mi?
Bu gün yaşadığımız olaylar, doksan küsur, hatta daha da fazla bir zamandır, halının altına süpürdüğümüz meselelerin birikiminden oluşuyor.
Halep’te yaşanan dram dolayısıyla, Türk kamuoyu tabiri caizse ayağa kalktı. Ordunun Halep’e girmesi dahil, çok değişik fikirler ortaya atanlar var. Acaba neden?
Çok değil doksan küsur yıl önce sınırlarımız içinde olan o topraklar, çizilen bir sınırla acaba bizden ayrılabildi mi.? Bu gün radyolarımızın repertuarında bulunan ve zaman zaman çalınan
“Halebin yolları dardır geçilmez
Soğuktur suları bir tas içilmez
Sen pek küçücüksün kahrın çekilmez
Ben çekemedim çekenlere aşk olsun”
türküsünün Muğla yöresinde yakılmasının sırrı ne ola ki? Bir zamanlar Muğlalı biri, Halep’teki kıza aşık olabiliyormuş. O zamanlar Halep, elini kolunu sallayarak gidilen bir yermiş.
“Halep’te bir güzel gördüm
Aslı Ermeni Ermeni
Güzel görmek ister isen
Hele gel gör Meryem’i “
türküsünde Osmanlı ve Halep’in çok kültürlülüğü ve engin hoş görüsü ne kadar güzel anlatılmış.
Aynı şeyler Irak topraklarında kalan yerler için geçerli değil mi? Misak-ı milli sınırları içinde olmasına rağmen sınırlarımız dışında kalan, Musul, Kerkük ,Erbil ,Telafer ,Tuzhurmatı’yı coğrafi sınırlar bizden ayırabildi mi?
Bu gün radyolarımızda en severek dinlediğimiz türküler o topraklarda yakılmadı mı?
“Gül açar bülbül öter Musul bağında
Telafer’in mis narı yar dudağında
Musul’da dayanmadım sabrım tükendi
Ha duydum kondu gönül yar kucağında”
türküsündeki duygu, Urfa ,ya da Elazığ bölgesinde yakılan türküden farklı mı?
“ Bir yanı bahçe,bir yanı bağlar
Bir yanı kal’a bir yanı dağlar
Dört köşesinde yanar çerağlar
Mehtap ışıklı sevdiğim şirin Telafer “
türküsünü dinleyen bir Amasya’lı aynı sözleri kendisi için de söyleyemez mi?
Bu örnekleri sayfalarca çoğaltabiliriz. Bazen “Selanik içinde salamız okunur” bazen Estergon Kal’asında bir dilbere tutuluruz. Bazı zamanlar da, Madedonya’da Mayadağ’dan kalkan kazları seyrederiz. Oradan aşağı inip, Mavrova’da üç gün eğleniriz.
Ah balkanlar ah… O yanık türküleriyle,yaşanmışlıklarıyla maziyi hala türkülerde capcanlı yaşatıyor.
Tuna nehrinde can veren aşıklar, Yusuf ile Feride, sevdiğini kaza ile vuran Kumanovalı Halil ile Hayriye’nin aşkı balkanlardan gelip bizim dilimizde türkü olmuyor mu.? Bu türküler radyolarımızda çalınırken en ufak bir ayırımımız oluyor mu?
Bedri Rahmi’nin dediği gibi bu türküler o kadar gerçek ve ana sütü kadar sahici ki, vazgeçemezsin. Bunlar hayatın gerçekleridir. Sınırları değiştirsen, isimleri değiştirsen de türküleri yok edemezsin. Türküler kültürel coğrafyaya vurulmuş mühürlerdir. Bu türküler aradan asırlar geçse de gerçeği haykırmaya devam ederler.
“Belgrat yolu uzun urgan
Üstümüzde yoktur yorgan
Ağla benim anneciğim
Ben Belgrat’ta kaldım kurban”
türküsünü, bin sene sonra da dinleyebilirsiniz. Bu türküler bizim o coğrafyalar ile kopmaz bağlarımızdır.
Anadolu’dan kalkarak Yemen’e savaşa giden delikanlılar,orada döktükleri kanla Yemen topraklarını sulamadılar mı?
Yemendeki Huş kışlasında kalan ve geri dönmeyen yiğitler için yaktığımız ağıtlar, Yemen ile bizim ortak kültürümüzün parçası değil mi?
Sorular Sorular… O kadar çok sorular sorabiliriz ki; bu soruların ardı arkası gelmez. Bu gün yaşadığımız durumu bu çerçeveden değerlendirdiğimizde daha da anlam kazanır.
Hasılı kelam, yaşadığımız sıkıntılar, içinde bulunduğumuz coğrafyanın bize bir mirasıdır. Ne kadar kaçmak istersek isteyelim, bundan kurtuluş yoktur.
Geçmişte Bosna ve Çeçenistan’da canımız yandı. Halep bu gün canımızı acıtıyor. Gelecekte de belki canımız çok yanacak.
Türkiye son zamanlarda dik duruşu ile şahsiyetli bir politika izleme yoluna girmiştir. Yeteri mi derseniz ,asla yeterli değildir.
Dış politikanın engebeli ve dikenli yollarla kaplı olduğunu da biliyoruz.
Bu ortam acımasız eleştirilerin yapılma zamanı değildir.
Hep birlikte kenetlenerek birlik olma zamanıdır.