Zavallı Bulgaristan

Standard

Güzel ve yorucu bir Kosova seyahatinin ardından gece yarısı Üsküp’teki
otelimize döndük. MECRA TUR yönetimi olarak sonraki gezilerimizde Kosova’ya
en az iki gün ayrılması konusunda bir karar alabileceğimizi söyleyebilirim.
Otelimizdeki kahvaltımızın ardından, yeniden tarihi Üsküp çarşısına
gideceğiz.

İlk geldiğimiz gün Paskalya nedeni ile çarşı çok tenha idi . Çarşının
hareketli halini de görmüş olacağız. Saat 12.00’da Bulgaristan’a hareket
edeceğiz.

İlk gün yağmur ve Paskalya nedeniyle, tadını alamadığımız Üsküp çarşısının
altını üstüne getiriyoruz. Klasik Osmanlı hanları yerli yerinde duruyor. Kapan
Han’ın içine giriyorum. İki girişi var. Cümle kapıdan sonra geniş bir iç avlu
karşımıza çıkıyor. İki katlı dikdörtgen bir yapı . Alt katında dükkanlar yer alıyor.
Kapan Han’da dikkatimi çeken bir husus var . Bir zil sesi duyuyorum. Üst
kattaki odalardan bir anda onlarca başörtülü kız dışarı çıkıyor. Merak edip
soruyorum. Burası Makedonya Diyanet İşleri Başkanlığı Tarafından Kur’an
kursu olarak kullanılıyormuş.

Yine çarşıda dolaşırken Makedonya Diyanet İşlerinin Hac ve Umre ofisiyle
karşılaşıyorum. Burada bir müddet sohbet ediyoruz. Bana hemen Erdoğan’ı
soruyorlar. “O seçimleri kazanınca biz burada yemek pişirip fakirlere
dağıttık.”diyor. Bir diğeri “Erdoğan kazansın diye evlerde 1001 Yasin okundu”
diye ilave ediyor.Diyanet ofisinin hemen yanındaki dükkanın önünde oldukça büyük bir
AK Parti bayrağı asılı. Sahibi gururla, “Bunu Türkiye’den dayım sayesinde
getirttim. Dayım Esenler’de AK Parti’de çalışıyor” diyor.
Çarşı esnafının muhabbetine doyamıyoruz. Diğer yandan da otobüsümüzün
hareket saati geliyor. Otobüs Arasta hamamının yanındaki caddeye gelecek
ve oradan hareket edeceğiz. Otobüs geliyor ve elveda Üsküp diyerek yola
koyuluyoruz.

Makedonya’nın Güneydoğu istikametine doğru yol alıyoruz. Burada
geçtiğimiz yerleşim yerlerinde o ince kalem gibi minareleri göremiyoruz.
Buradan da şunu anlıyoruz ki; bu bölgede Müslüman nüfusu yoğun değil.
Kuzey Makedonya’da Sırbistan sınırına paralel bir rotada Bulgaristan’a
doğru yol alıyoruz. Bir ara yol tabelasında Kumanova 15 km tabelasını
görüyorum. Hemen aklıma bizim berber Arif Şentürk geliyor. Balkan
türkülerini değişik sesiyle bana göre en güzel yorumlayan dost burada
doğmuş.

Bundan yirmi otuz yıl önce nüfusunun büyük kısmı Müslüman olan, sayısı
on binlerle ifade edilen Türk’ün yaşadığı Kumanova’da Hıristiyan nüfus yüzde
yetmiş olmuş. Sadece yedi sekiz bin civarında da Türk kalmış.
Saat 14.30 dolaylarında Bulgaristan sınırına ulaşıyoruz. Bir saatlik bir
beklemeden sonra Bulgaristan’a ayak basıyoruz. Yine Anadolu’daki kasaba
yollarını andıran ve köylerin içinden geçen yolları aşarak Sofya’ya doğru
ilerliyoruz.

İçinden geçtiğimiz ülkenin Bulgaristan ve Bulgaristan’ın da AB üyesi olduğunu
hatırlıyorum. Kerpiç ve toprak evlerle dolu köyler ve sefaleti gözlerimizle
görerek yolumuza devam ediyoruz.

Türkiye’nin çok ama çok gerisinde olan bu ülkeyi içine alan AB’deki
Hıristiyan dayanışmasını takdir ediyorum. Fert başına düşen milli gelirde
Türkiye’nin altında olduğunu bildiğim Bulgaristan’ın AB üyesi olmasının
izahını yapamıyorum.

Radomil ve Pernik gibi yerleşim yerlerini aşarak Sofya’ya yaklaşıyoruz.
Programımızda Sofya’da durma ve konaklama yok. Umumi istek üzerine
panoramik bir şehir turu yapmak istiyoruz.Şehre girip gireceğimize pişman oluyoruz. Bir tarafta yol çalışmaları, diğer
tarafta düzensiz trafik, bizi bir saatten fazla yerimizde çakılı tutuyor. Gözünü
seveyim İstanbul trafiğinin diyorum.Şehrin hiçbir güzel yanını göremiyorum. Dolaştığım eski Sovyet Bloku
ülkelerindeki soğuk mimari Sofya ‘yı da esir almış. Şehrin en işlek yerlerinden
geçiyoruz. Otobüsteki genel kanaat: Sofya’nın puanı zayıf.
İki saatlik zaman kaybıyla, zor da olsa kendimizi Sofya dışına atıyoruz. Bu
arada, Flibe’ye gündüz gözüyle ulaşma imkânını yitirdiğimizi görüyoruz. Sofya
panoramik gezisi bize oldukça pahalıya mal oluyor.
Filibe’ye girdiğimizde hava kararmış, akşam yemeği saati de gelmişti. Otelden
önce yemek yiyeceğimiz Türk lokantasına gidiyoruz. Filibe’nin merkezi yeri
sayılan bir noktada bulunan Brasilia isimli bir restoran’ın önünde duruyoruz.
Restoran Edirne’li mühendis İlyas Bey’e ait. İlyas Bey’in ailesi de Edirne’de
yüz yıla yakındır lokanta işletiyormuş. 1996 yılında açtığı bu restoran
Filibe’nin en lüks mekânları arasında yer alıyor.

Yemek sonrası gece saat 22.00 olmuş. Herkes bir an önce kendisini otele
atmak istiyor. Nihayet otele varıyoruz. Kalacağımız otelin adı Otel City, burası
da yemek yediğimiz restoran gibi bir Türk işletmesi.
Otel 1950’li yıllarda Filibe’den Türkiye’ye göçen bir ailenin sanayici olan
çocukları Altan,Turan.Ertan Keser kardeşlerin isimlerini taşıyan Hadımköy’de
kurulu (ATEK) makine şirketine aitmiş.Otel gerçekten rahat bir oteldi. Tuvaletleri dâhil her şey Türk usulü
düzenlenmişti. Odada televizyonda bütün Türk uydu kanalları mevcut olduğu
için, uykuya dalmadan önce kısa süreliğine de olsa haber kanalları arasında kısa
bir gezinti yaptım.

Ertesi sabah programımızda Filibe şehir turu var. Otobüsümüzü eski Filibe
meydanındaki parka çekip tura başlıyoruz.
Filibe adını Makedonya Kralı İskender’in babası Filip’ten alıyor. Bu
sebepten tarihi bir şehir. Binlerce yıllık tarihi eserlerle dolu Filibe . Yedi tepe
üzerine kurulu olduğu söyleniyor. Filibe, gerçekten de düz ovada volkanik
tepeleri olan bir şehir. Dümdüz yerde göğe yükselen yüz ya da yüz elli
metrelik volkanik tepeler çok ilginç bir görüntü arz ediyor.

Çok geniş bir meydan ve çevresi parklarla dolu alandan Filibe çarşısına doğru
ilerliyoruz. İp gibi dikdörtgen bir alanı andıran, otuz metre genişliğinde bir
caddede sağlı sollu mağaza vitrinlerini seyrederek ilerliyoruz. Arada bir tarihi
eski binalarla da karşılaşıyoruz.

Bu çarşının sonu Cuma Camiine çıkacak. Bu Caminin asıl adı Murat
Hüdavendigar Camii. Osmanlı zamanı Cuma namazları bu camide kılındığı için
adı Cuma Camii olarak bilinirmiş.

Çarşının sonunda bir anda, cami bütün heybeti ile karşımıza çıkıyor. Balkan
turu sırasında görmüş olduğumuz camiler arasında sanırım en heybetlisi bu.
Diğer ülkelerde de gördüğümüz gibi burası da 2008 yılında TİKA tarafından
onarılmış. Caminin girişinde bulunan plakadaki yazıya göre, restorasyon
çalışmalarına İstanbul Büyükşehir belediyesi de katkıda bulunmuş.
Bu cami bende derin bir hüzne sebep oluyor. Caminin restorasyon öncesi
fizibilite çalışmalarını yapan, eski eserler uzmanı Rahmetli Şaban Kuyumcu
kardeşimi hatırladım. Şaban Kardeşim, 2005 yılının ramazanını Filibe’de ön
çalışmalar yapıp rapor hazırlayarak geçirmişti. Bu eserin ihya edilmesine katkı
sağlayan rahmetli arkadaşıma burada Fatiha yolluyorum.

Cami yapılışı itibariyle kot farkına sahip olduğu için, on beş ya da yirmi
basamakla içeri girilebiliyor. Caminin içi; süslemeleri, çinileri, minberi, mihrabı
kısaca her şeyi mükemmel. Namaz vakti değil ama yine de içimden iki rekâtlık
şükür namazı kılmak geliyor.

Bize rehberlik yapan Şumnu’lu bir Türk kızı Nesrin bilgiler veriyor. Caminin
temelinin on beş yirmi metre yanında eski Roma Collesyumu var. Burası da
binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Burasını da Danimarka, Lüksemburg ve daha
bir çok ülkenin şirketleri oluşturdukları bir konsorsiyum ile onarmışlar ve de
onarmaya devam ediyorlar.

Cuma Camiinden çıkıp eski Osmanlı kaldırımlarına basarak bir yokuşu
tırmanıyoruz. Sağlı sollu eski tarihi binaların arasından geçerek tarihi bir
yolculuk yapıyoruz.Yol kenarında çevre düzenlemesi çerçevesinde çiçek eken ve çalışan kadınlar
görüyoruz. Bizi görünce işi bırakıp Türkiye’ye selamlar yolluyorlar, bizimle
sohbet ediyorlar. Başlarında dikilen amirleri olan Bulgar kadın bunlara çıkışıyor.
Konuşmalarından Roman olduğunu tahmin ettiğim bizimle konuşan kadın,
başlarında dikilen amire öyle bir çıkışıyor ki, kadın öylece donup kalıyor. Daha
sonra yüksek sesle bize duyurarak “Bulgar dölü” diyor. Onları daha da zor
durumda koymamak için “kolay gelsin “diyerek ayrılıyoruz.

Yokuşun zirvesinde, klasik bir Osmanlı eserinin önünde duruyoruz.
Rehberimiz burasının Balkanların en büyük Mevlevihanesi olduğunu
anlatıyor. Bahçesine giriyoruz. Çok güzel bir bahçe karşımıza çıkıyor. Çevre,
Mevlevi figürleri ile dolu, ancak burası artık Mevlevihane değil.
Bulgaristan hükümeti 1974 yılından bu yana burasını restoran olarak
kullanıyor. Komünizmin yıkılmasından sonra da özel sektöre kiralanan mekân
oldukça lüks bir restorana dönüştürülmüş.

Bulgaristan Müftülüğü vakıf malı olan bu binayı, içkili restoran özelliğinden
kurtarıp aslına çevirmek için büyük bir hukuki mücadele veriyormuş. İnşallah bu
konuda muvaffak olurlar diyoruz.

Çıktığımız tepenin diğer tarafından inişe geçiyoruz. Her yer eski Osmanlı
kalıntısı binalar ve eserlerle dolu. İniş sırasında ünlü Flibe antik tiyatrosuna
uğruyoruz.

MS II.Yüzyıldan kalma tarihi antik tiyatro, günümüzde de ayakta kalmayı
başaran ilginç bir yapı . 3500 kişilik bu antik tiyatro Filibe’nin geçmişi ile ilgili
bize önemli bilgiler veriyor. Filibe için kullanılan “Bulgaristan’ın kültür başkenti” tanımı gerçekten de
yerine oturuyor. Şehrin tam merkezinde bulunan Roma, Bizans ve Osmanlı
eserleri burada aynı ortamda bir arada görülebiliyor.
Filibe’den de ayrılma vakti geldi. Seyahatimizin altıncı ve son günündeyiz.
Filibe’den Kapıkule sınırı otobüsle bir buçuk saat çekiyor. Öğle yemeğimizi
kısmet olursa Edirne’de yiyeceğiz. İstanbul Fazilet Kolejinden Edirne’li öğrencim Salih Şenol bizi bekliyor. Salih
Edirne eski Kültür Müdür yardımcısı. Şu anda İngilizce öğretmeni olarak görev
yapıyor. Ciğerci Niyazi Usta’da yerimiz ayrılmış.
Nihayet Bulgaristan’dan çıkıp vatan topraklarımıza ayak basıyoruz. Türkiye
tarafındaki free shopta kısa bir mola veriyoruz.
Yeniden otobüse binip Edirne şehir merkezine hareket ediyoruz. Salih ile
buluşup Niyazi Usta’da ayrılan masalarımızda nefis Edirne ciğerini yiyoruz.
Yemek sonrası kısa da olsa bir Edirne turu yapmak istiyoruz. Selimiye ile
bir iki tarihi eseri ziyaret edip yolcu yoluna gerek diyerek İstanbul’a hareket
edeceğiz.

Salih , yemekten sonra yürüyerek bizi küçük ama şirin bir camiye
götürüyor. Burası Dar’ül Hadis Camii. Fatih Sultan Mehmet’in de ders aldığı bir
medrese.Türkiye’nin çevre birincisi seçilen bu camide ikindi namazını kılıyoruz.
Namaz sonrası caminin İmamı ile tanışıyoruz. Mahmut Eroğlu Hoca
bu camide büyük işler başarmış. Özel girişimleri ile bu camiye hayat
vermiş .Bahçe düzeni, ekilen ağaçlar hepsi Mahmut Hoca’nın eseri. Çimleri
kendi eliyle biçiyor. Cemaat kendisine yardımcı oluyor.
Gençlerle ve çocuklarla da yakın diyalogu var. Camide hayırseverlere
aldırdığı laptop bilgisayarlarla çocuklara eğitim veriyor. Hocamızla toplu bir
hatıra fotoğrafı çektirip hemen yan taraftaki Meriç köprüsünden Karaağaç’a
geçiyoruz.

Meriç ve Tunca üzerindeki köprüleri geçip kısa bir gezinti yapıyoruz. Meriç
kıyısında özlediğimiz Türk usulü çayı yudumluyoruz. Akşam gece geç vakte
kalmadan İstanbul’a varmak istiyoruz.
Edirne deyince, adıyla özdeşleşen Selimiye’yi görmeden olmaz. Finali
Selimiye ile yapmak istiyoruz. Güneş yavaş yavaş alçalıyor. Selimiye camiini
ziyaret edip yola çıkıyoruz. 18 Nisan saat 23.00’da başlayan yolculuğumuz çok ilginç bir tesadüftür ki; 24
Nisan 23.00’da sona erdi.Balkanlar’da gerçekten de unutulmaz günler geçirdik. Başka seyahatlerde
buluşmak üzere…

Edirne Dar’ul Hadis Camii Avlusu

Filibe Antik Tiyatro

Filibe Cuma Camii

Filibe Eski Osmanlı Sokağı

Filibe Mevlevihane

Cuma Camii İçi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir