MÜLTECİ

Standard

Dünyayı idrak etmeye başladığım zaman duymaya başladığım ilk sözcüklerden bir tanesi “mülteci” sözcüğüydü. Doğru dürüst Türkçe bilmeyen ben Arapça’dan Türkçe’ye geçmiş bu sözcüğü çok rahat kavramıştım.

Ben 1864 göçmeni bir aileye mensup değilim. Dedem Thagapsox Kadir, 1916 yılında tutuklu bulunduğu Krasnodar hapishanesinden firar ederek bir yolunu bularak gemiyle İstanbul’a gelip canını kurtaran bir adamdı.

Bütün ailesi anası, babası kardeşleri hepsi Adıgey’in Hakurnehable nahiyesine bağlı Hatujkoy köyünde kalmışlardı. İzmit’e bağlı Uzuntarla köyüne gelip yerleşen dedemin kardeşleri ve babası 1928’li yıllara kadar Türkiye’ye pasaportla gelip gidiyorlarmış. 1928 yılında sınırların kapanması ve komünist sistemini şiddetlenmesi üzerine akrabalarımızla bağlantımız kopmuş.

Bizim evimizde Kafkasya hep canlı olarak yaşadı. İkinci dünya savaşında yerinden yurdundan olan, Almanlara esir düşen, yada onlarla birlikte Adıgey’i terk eden bir çok insan Türkiye’ye gelmişti. Ben doğmadan önce 1950 yılında, köyde evimizde Adıgey’den gelen dört mülteciyi barındırıyormuşuz.

Bunlardan üç tanesi, Kasım amca, İslam dede, Nurbi amca ayrılarak kendi hayatlarını kurmuşlardı. Ben doğduğumda (1954) evimizde Hatujkoy köyünden Peçeşfo Mahmut isminde bir mülteci kalıyordu. Mahmut Dede olarak tanıdığım kişiyle tek hukukumuz dedemin Kafkasya’daki evinden komşusu olmasıydı.

Dedem Thagapsov Kadir 1939 yılında vefat etmişti. Evimize gelen ve dedemi tanıyan bu orta yaşlı adam evimizin daimi bir misafiri olmuştu. Rahmetli annem kendisine Haşe Amca (misafir amca) diye hitap ederdi. Köydeki insanların çoğu da onu bu isimle çağırırlardı. Bizim evimizin “haçeş”i ona tahsisi edilmişti. Annem günde üç öğün misafir odasına sofra götürürdü. Haçe Amca ile birlikte sofrada mutlaka köyümüzün yaşlılarından bazı insanlar bulunurlardı.

İşte ben böyle bir ortamda dünyayı algılamaya başladım. Ben Haçe Amca’nın kucağında büyüdüm. Onunla beraber yurdundan ayrılmak zorunda kalan insanlarla birlikte hayata adım attım.
Bütün sohbetlerin Adıgece yapıldığı Türkçe konuşmayı doğru dürüst beceremeyen bu kadersiz insanlarla büyüdüm. Küçük yaşta olmama rağmen bazı olumsuzlukların olduğunun farkındaydım. İşte mülteci kelimesini ilk olarak bu ortamda duydum. Bizim Haçeş’e toplanan bu bahtsız insanların Amerika ya da başka ülkelere mülteci sıfatıyla gitmekten bahsettiklerini duyardım.

8 yada 9 yaşlarına geldiğimde Adıgey’i ve köylerini en azından anlatıldığı kadarıyla çok iyi biliyordum. Farz nehrinin taşarak etrafa zarar verdiğini, Hatujkoy’ın alt kısmında Farz nehrinin suyuyla çalışan Patuko’ların değirmenini biliyordum. Komünist ihtilali sırasında ailesiyle birlikte yurt dışına kaçan Hatujkoy köyünden Pşı Şovcen Tembot’un evinin Hatujkoy ilkokulu olarak hizmet verdiğini de biliyordum. Kaçarken Şevcen Tembo’un yanında götüremediği üç küp dolusu altının köyündeki arazide bir yerde gömülü olduğu hikayesini de çok iyi biliyordum. Hatta Tembot’un aile ferlerinden bir kısmının Ankara’da yaşadığını da. Velhasıl Kafkasya ile ilgili çok şey biliyordum. Ama bu insanların neden yurtlarından ayrılmak zorunda kaldıklarını bir türlü anlayamıyordum.

Tanıdığım insanların her birinin aileleri ve çocukları vardı. Peçeşfo Mahmud’un eşi (şimdi adını hatırlayamıyorum) Adıgey’in ünlü din adamlarından Canhot Efendi’nin kızıydı. Yanılmıyorsam Canhot Efendi’nin bir diğer çocuğu da Adıgey edebiyatının ilk yazarlarından olan Hatko Ahmet’ti. Haçe Amca’nın Huryet (Hürriyet) isminde bir kızı ile Hamid isminde bir oğlu vardı. Onları geride bırakıp gelmişti. Bana onları anlatırdı.
Kasım Amca’nın Şabanehablede bıraktığı eşinden Mahmut isminde bir oğlu vardı. Zavallı adam oğlu aklına geldikçe ağlardı. Kasım Amca komşu köyümüz Ketence’den Zehra Teyze ile evlenmişti. Naşe’lere damat olmuştu. 1967 yılında Kasım Amca’nın oğlu Mahmut nasıl becerdi bilemiyorum Türkiye’ye geldi ve babasını ziyaret etti. Kasım amcanın mutluluğu görülmeye değerdi. O içine kapanık adam bir kimlik kazanmıştı. Sanki şu ana kadar anlattıklarına kimse inanmıyormuş gibi “işte benim oğlum” dercesine kasıla kasıla geziyordu. Sınırlı zaman çabuk geçti. Mahmut babasını Türkiye’de bırakarak geri döndü. Oğlu geri döndükten sonra Kasım Amca toparlanamadı sağlığı bozuldu. Oğlunun onu geri götürmek için yaptığı girişimlere karşı sürekli bir tedirginlik içindeydi. Aslında geri dönmek de istiyordu. Ancak Komünist sisteme güven olmaz bizi asarlar diyordu. Seka kağıt fabrikasında çalışıyordu Kasım Amca 1960’ların sonunda emekli olmuştu yaş haddinden.

Kasım Amca Kafkasya’ya geri dönme konusunda sürekli tereddütler yaşadı. Haçe Amca ile bu konuyu sürekli tartışırlardı. Haçe Amca (Mahmut Dede) dönme konusunda daha kararlıydı. “Dönelim Kasım öleceksek vatanımızda ölelim. Ne olacaksa olsun diyordu”.

14 yaşlarında ortaokula giden bir genç olarak yakından şahit olduğum bu olayları tarihin karanlığına terk etmek istemiyorum. Yazılı hale getirilen hatıralar ebedi olarak yaşarlar. Aslında bir roman konusu olabilecek olan gördüklerim ve duyduklarımın bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu bahtsız insanların hayatlarını roman yada belgesel bir kitap haline getirme işini değerli kardeşim Hulusi Üstün’e havale ediyorum.

Allah nasip ederse önümüzdeki yazı ve yazılarda Kafkasya ile ilgili anekdotları canlı şahitlerinden dinlediğim şekliyle sizlere aktarmaya çalışacağım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir